Gündem

Doktorlar meslek sıkıntılarını nasıl tanımlıyor? Kardiyolog Vehip Keskin Röportajı

Son günlerde sağlık sektörü sıkça haberlere konu oluyor. Ancak maalesef meslek başarılarından çok sağlıkta şiddet haberleri ile manşetlere taşınıyor. Hal böyle olunca kamuilanlari.com olarak sağlık çalışanları ile görüşmeye ve onların meslekleri ile ilgili gelinen bu noktayı nasıl değerlendirdiklerini sormaya karar verdik.

Röportaj serimizin ilkini Muğla’da oldukça tanınan bilinen ve başarıları ile anılan Dr.Vehip Keskin ile gerçekleştirdik. Sizi röportajımızla başbaşa bırakıyoruz..

Öncelikle okuyucularımızın sizi tanımasını isteriz. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

1973 yılında Antakya’da doğdum. 1996 yılında Dokuz Eylül Ünv.Tıp Fak.den mezun oldum. Aynı üniversitede 1996-2001 yılları arasında Kardiyoloji Uzmanlık eğitimini aldım. İlk görev yerim olan Muğla’da 2001-2011 yılları arasında Muğla SSK Hst., Menteşe Devlet Hst., Muğla Devlet Hst ve Muğla SKÜ Eğitim ve Araştırma Hastanesinde çalıştım. Eylül 2011’den bu yana kendime ait özel muayenehanede Kardiyoloji uzmanı olarak çalışmaktayım. Eşim Dr.Sibel Barut Keskin de Göğüs Hastalıkları Uzmanı olup aynı klinikte çalışmaktayız. İki çocuğumuz var. Muğla Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesiyim, aynı zamanda Menteşe Kent Konseyi Başkanlığı görevini yapıyorum. Hekimlik ve sosyal sorumluluklarımız yanında, eşim ve oğlumla beraber Muğla Sahne Tiyatrosunda amatör anlamda tiyatro yapmaktayız.

Doktor adı eskiden toplumda saygı duyulacak kutsal meslek olarak anılırdı. Şimdilerde ise işin kutsallığı pek tabi ki değişmedi ama doktorlarda bir itibar kaybı yaşandığı meslektaşlarınız tarafından dile getiriliyor. Siz bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tarihte ilk hekimlerin milattan önce 4000-5000 yılları arasında Mezopotamya’da ortaya çıktığı düşünülmektedir. Bu da demek oluyor ki, hekimlik 7000 yıllık geçmişi olan ve sonsuza kadar da geleceği olan ,önemi hiçbir zaman kaybolmayacak bir meslek, daha doğrusu bir sanattır.

Buna karşın bugün tüm dünyada uygulanmaya başlanan ve ülkemizin de büyük bir hevesle sarıldığı sağlıkta dönüşüm programlarının sonuçlarıyla karşı karşıyayız.

Büyük mücadelelerle oluşturulmuş ulusal sağlık sistemleri, eksik yanları düzeltilip geliştirilmek yerine, her geçen gün temel amacı daha fazla kar elde etmek olan sistemlere dönüştürülüyor. Bu sistemde hekimler sağlık fabrikalarının işçileri, hastalar ise maalesef müşterilere dönüşmektedir. İşçi durumuna gelmiş hekimler bir yandan özel sektörde çalışıyorsa patronun, kamuda çalışıyır ise patron konumuna gelmiş yöneticilerin baskısı altında bunalırken; diğer yandan giderek artan cepten ödemeler, kapsamı daraltılan sigortalar ve giderek daha fazla hasta olup hastanelere yığılmak zorunda kalan hastaların (müşterilerin !) sistemden kaynaklanan memnuniyetsizliklerinin doğrudan başta hekimler olmak üzere sağlık çalışanlarına fatura edilmesinin yıkıcı sonuçlarını yaşıyor.

Bu anlamda, binlerce yıl önce Tanrı ile eşdeğer güçte değerlendirilen ve bu itibarı yaşayan hekimlerin, bugünkü sistemde maalesef herhangi bir fabrika işçisinin yaşadıklarını yaşaması kaçınılmaz oluyor.

Sağlıkta şiddet olayları maalesef ne kadar protesto edilirse edilsin devam ediyor. Fiziksel şiddetin yanında hakaret vari cümleler kullanan hastaların sayısı da gün geçtikçe artıyor. Bu konuda yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında bir önceki soruda bunun yanıtı var. Her ne kadar bugünkü sağlık sistemi hekime ulaşmayı kolaylaştırmışsa da hastaların sorunlarını azaltmamış, aksine katlayarak arttırmıştır. İnsanları hastalıklardan koruyucu çalışmalar yerine, hastalandıklarında tedavi edici ve sağlık sektörü açısından daha karlı olan yatırımlar yüzünden, her geçen gün hastanelere başvurular artıyor, bunun sonucu yığılmalar ve sıra beklemeler artıyor, insanların tanı ve tedavileri için cepten ödedikleri ücretler katlanıyor.

Sonuçta, insanlarımız, aslında sistemin yarattığı sıkıntıları sisteme yöneltmek yerine, memnuniyetsizliklerini en kolay şekilde birebir temas kurdukları sağlık çalışanlarına fiziksel veya sözel şiddet olarak yönlendirme kolaycılığına kapılıyor. Tabii ki sağlıkçıya yönelik şiddetin artmasında yöneticilerin söylemlerinin de önemli katkısı olduğunu göz ardı etmememiz gerekiyor.

TUS sınavında derece alan bir hekimsiniz. Fakat tercihiniz Kardiyoloji’den yana oldu. Şimdilerde TUS Sınavından başarılı olanların hayati dallar dediğimiz nöroloji, kardiyolojiden ziyade radyoloji gibi döner sermayeden yüksek gelir elde eden alanlara yönelmesini nasıl karşılıyorsunuz?

Bu konuyu da, aslında adına sağlıkta dönüşüm denen sistemin hekimleri de dönüştürmesinin bir sonucu olarak görmek gerekir. Ben 1996 Eylül dönemi TUS’na girmiştim, o dönemde dediğiniz gibi hekimlerin ilk tercihi genellikle kardiyolojiden yana oluyordu, kardiyolojinin ardından Kadın-Doğum, Göz, Plastik Cerrahi, Radyoloji, Dahiliye geliyordu.

Günümüzde Göz, Plastik Cerrahi, Radyoloji nispeten yerini korusa da özellikle Kadın-Doğum, Dahiliye, Genel Cerrahi, Beyin Cerrahisi, Kalp-Damar Cerrahisi gibi özellikli branşların tercihlerde sonlara, Dermatoloji, Çocuk Psikiyatrisi, Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon gibi branşların yukarılara çıktığı görülüyor. Bu dönüşümde, tabii ki sağlıkçılara yönelik artan şiddet nedeniyle yeni mezun hekimlerin hastayla temasın, nöbetin, girişimin dolayısıyla riskin daha az olduğu bölümlere yönelmesi yanında, kapitalizmin etkisiyle dünyada yaşanan, kozmetoloji, yapay güzellik gibi kavramlara artan ilginin de payı var. Sonuçta, hekimler riskten kaçıp, daha az riskli buna karşın popüler ve getirisi yüksek alanlara yönelebiliyor.

Hazır söz puanlamaya düşmüşken hastanelerdeki puanlama sistemini nasıl değerlendiriyorsunuz ?

Doğrudan puan olarak değil, performans sistemi olarak değerlendirmek isterim.

Yapılan işlemlerin niteliğini değil, sayısını hedefleyen döner sermaye ve performans uygulamaları sağlık kuruluşlarının amacından sapmasına yol açarak, iyileşmeyi değil döner sermaye gelirlerinin artmasını sağlayacak şekilde yönetilmesine yol açmaktadır.

Özel hastaneler yanında, kamu hastanelerinde dahi yöneticiler tarafından hekimlere dönem dönem neden ciro düşüklüğü yaşadıklarının sorgulandığı tüm hekimlerin rahatsız olduğu önemli bir sorundur. Bunun yanında, parça başı ücretlendirme anlamına gelen performans sistemi, hekimlerin hem kendi arasındaki hem de ekip arkadaşları olan diğer sağlık çalışanları arasındaki iş barışını bozmaktadır.

Dolayısıyla sağlıkta performansın ölçütü puanlarla olmaz, hastaya gösterilen ilgi, hastanın sağlığına olan katkıyla olur. Sağlık sistemine zarar veren puanlamaya dayalı performans sistemi bir an önce kaldırılmalıdır.

Şehir hastaneleri yurt dışından esinlenerek alınmış bir modelleme.Bu modelleme sizce sağlıklı yapılmış mı yurt dışındaki şehir hastaneleri ile ülkemizdeki şehir hastanelerini kıyaslayacak olursanız neleri okuyucularımızla paylaşmak istersiniz?

Şehir Hastaneleri modeli, aslında daha önce Kanada ve İngiltere’de denenmiş ve sakıncaları nedeniyle vazgeçilmiş bir Kamu-özel sektör ortaklığı (yurtdışındaki adıyla public private partnership) modelidir. Kanada ve İngiltere bu yöntemin kamu için aşırı maliyetli olması, sağlık sistemine zararları ve en önemlisi halkın tepkileri nedeniyle vazgeçti.

İlginç olan İngiltere, 2017’den itibaren kendi ülkesinde şehir hastaneleri projesinden vazgeçerken 23 tane gelişmekte olan ülkeye bu modeli pazarlamaya devam ediyor.

Özellikle şunu iyi anlamamız gerekiyor; şehir hastaneleri aynı yurtdışı örneklerinde olduğu gibi kamuya ait devlet hastaneleri değildir. Kamuya ait arazide devletin kiracı olduğu özel sektörün işlettiği kurumlardır. Bizim ülkemizdeki uygulamada; devlet ücretsiz olarak verdiği arazide ihaleyi alan şirket tarafından yapılan hastaneye kiracı oluyor.

Ayrıca özel şirket, aynı arazide AVM, otopark, eğlence merkezleri, oteller de yapıp işletebiliyor. Sağlık Bakanlığı %70 doluluk garantisi verdiği hastanelerde 25 yıllığına kiracı olurken, görüntüleme ve laboratuar gibi karlı hizmetleri de şirketten satın alma sözü de veriliyor. Sağlık hizmetine ulaşımı güçleştiren çok önemli bir konu da, şehir hastanesi hizmete girdiğinde o kentte var olan ve hemen hemen herkesin kolayca ulaştığı Sağlık Bakanlığı hastaneleri yavaş yavaş kapatılarak (Ankara’da yaşadığımız gibi), şehir hastanesine taşınıyor. Böylece kent merkezleri, varsa özel sağlık kurumlarına, özel hastanelere terk edilmiş oluyor.

Bu hastanelerin kent merkezlerine uzaklığı yanında 1500-3000 yatak sayısına sahip mega kompleksler olarak tasarlanması başlı başına bir sıkıntı, zira hastane yatak sayısı 200-600 aralığını aşınca başta hastane enfeksiyonları olmak üzere sorunların arttığı bilinen bir gerçek. O nedenle bu dev kompleksler yerine 200-600 arası yatağı olan, herkesin ulaşabildiği ve Sağlık Bakanlığının yönettiği devlet hastanelerinin yapılması daha sağlıklı olandır.

Eskiden dört-beş doktor birleşip butik bir hastane açacak olsa devlet desteğinden yararlanabiliyordu hali hazırda şehir hastaneleri ile birlikte bu destek verilmez oldu. Bunu nasıl karşılıyorsunuz?

Bunu bakkalların ve mini marketlerin hipermarketlere yenilmesine benzetiyorum. Bugün mantar gibi biten dev hipermarket yatırımcısı şirketlere sağlanan kolaylıklar neyse şehir hastanelerinin yatırımcılarına sağlanan kolaylıklar da aynı mantığı içeriyor.

Sayın Vehip Keskin’e sorularımıza verdiği açık yürekli cevaplar için teşekkür ediyor. Meslek hayatında başarılar diliyoruz.

KAMUİLANLARI.COM ÖZEL HABER/CANAN BAYKIZ

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir